Tarih: 28-02-2017
[Bu mektup, Sayın Cumhurbaşkanımız,
Başbakan, Başbakan Yardımcıları, Devlet Bakanları, Bakanlar, Siyasî Parti Genel
Başkanları, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları ile Diyanet İşleri
Başkanı’na gönderilen açık bir mektuptur.]
بِسْمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ
ِللهِ رَبِّ العَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى رَسُولِنَا
مُحَمَّدٍ وَ ﺁلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينْ
|
Evvela:
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi
üzerinize olsun.
Saniyen:
Mühim birkaç esası, 16 madde halinde
sizlere arz etmeyi bir vazife addediyoruz.
Madde 1. لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّۜ “(Hak
olan davet, yalnız Allah için olanıdır.) Yani
Kur’an ve Sünnet’e muvafık olanıdır.”[1] ayet-i kerimesinin sarahatiyle,
“Davet,
Kur’an ve Sünnet’e olmalıdır; herhangi bir şahsa, bir cemaate, bir
cemiyete, bir partiye, bir derneğe, bir vakfa olmamalıdır. Olduğu takdirde
davet, Kur’anî bir davet olmaktan çıkar, bid’at olur.
Madde 2.
Kur’an ve Hadis, bütün ümmetin, belki
bütün insaniyet âleminin; insaniyet âlemi içerisinde de İslamiyet âleminin;
İslamiyet âlemi içerisinde de özellikle ulema-i İslam’ın malıdır. Resul-i Ekrem
(sav) Efendimiz’in gelecek hadis-i şerifleri bu hakikati ifade etmektedir:
“Size iki şeyi emanet olarak bırakıyorum.
Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz. Allah’ın Kitabı
Kur’an-ı Kerîm ve Resûlünün sünnetidir.”[2]
“Şüphesiz âlimler, peygamberlerin
varisleridirler.”[3]
Dolayısıyla
bütün ümmet -ferd olsun, cemaat olsun, cemiyet olsun- birinci derecede Kur’an ve Sünnet’i esas
almalı, meşrebini, mesleğini, şahsiyetini, Kur’an ve Sünnet’e hâdim etmeli,
onların önüne geçirmemelidir.
Madde 3.
Bu asırda Kur’an’ın manevî bir tefsiri
olan Risale-i Nur eserleri, umum ümmetin malıdır; herkesin istifadesine açık
bir Kur’an tefsîridir. Bu eserlerin Müellifi Üstad Bediüzzaman (ra)
Hazretleri’nin bizzat tabiriyle, bu eserler, mîrî malıdır.[4] Öyleyse herhangi bir ferd, bir cemaat,
bir cemiyet, Risale-i Nur’u enesiyle temellük edemez; kontrol ve himayesi
altına alamaz; Risale-i Nur’un vârisi olduğunu iddia edemez.
Kur’an ve Hadis, nurdur. Nur-u Kur’an
ve Hadis, herhangi bir şahsa bağlanmadığı gibi; bu asırda hakaik-i imaniye ve
esasat-ı İslamiyeyi isbat ve izah etmek hususunda Kur’an ve Hadis’in tefsiri
olan Risale-i Nur dahi herhangi bir şahsa, bir cemaate, bir cemiyete
bağlanamaz, mal edilemez. Şayet bağlansa, bu dava Kur’anî bir dava olmaktan
çıkar; şahsî bir dava olur.
Madde 4.
Bugün Türkiye’de cemaatler ve
cemiyetler, ekseriyet itibariyle -duymadıklarımız hariç- halkı, birinci
derecede kendi şahsiyetlerine davet ederler. Kur’an ve Hadisi nazara vermek
hususunu, ikinci, üçüncü derecede bırakırlar. Hâlbuki İslam’a hakkıyla hizmet
eden Gavs-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibendî, İmam-ı Rabbânî, Üstad Bediüzzaman gibi
zevât-ı âliye, hiçbir zaman halkı, kendi şahıslarına davet etmemişler; belki
nazarları, dâima Kur’an ve sünnete çevirmişlerdir.
Dolayısıyla bu asırdaki cemaatlerin ve cemiyetlerin daveti, Kur’anî
değil; şahsîdir. Davetleri,
şahsî olduğu için böyle bir davet, Kur’an nazarında
bid’attır ve merduddur. Yalnız Diyanet’in kısmen de olsa daveti, şahsa
değil; Kur’an ve Hadîs’e olduğu için, İslam’a hizmet edenler içerisinde zahiren
en fazla makbul görülen hizmet, Diyanet’in hizmetidir.
Madde 5.
Risale-i Nur
ve tasavvuf, Kur’an ve Hadîs’in hadimi olmalı; yerine geçmemelidir. Meslek ve
meşrebler, ikinci, üçüncü, dördüncü, belki bir kısmı onuncu derecede
düşünülmelidir. Vâ esefâ, vâ hasretâ, bu asırda hizmetçi seyyidin yerine
geçmiş. Hâdim, mahdûmun yerini almıştır. Bu halimize yer ve gök ağlıyor. Ulema-i İslam ile devlet idarecileri
de yer ve gök gibi; bu hale hem ağlamalı; hem de bu hali telafi etmek, yani Kur’an ve Hadîs’i birinci derecede her şeyden evvel medar-ı
bahs etmek ve onlardan meded istemek hususunda ciddi sa’y u gayret
göstermelidirler.
Kur’an
ve Hadis’in bilfiil tedrisatı olmadan tasavvuf ve Risale-i Nur, müstakillen
düşünülemez. Maalesef bu asırda tasavvuf ve Risale-i Nur, müstakil bir meslek
ve meşreb halini almıştır. İdarecilerimizin acilen bu işe müdahale etmeleri
lâzımdır. Müdahale ise, onlarla mücadele etmek suretiyle değil; belki Kur’an, Hadis ve Risale-i Nur’u, bilfiil tedrisata,
maarife yerleştirmek şeklinde olur. Zaten
Risale-i Nur içerisinde tasavvufun hakîkati de dercedilmiştir.
Şayet
devlet, cemaatler üzerinde cebir kullanarak bu işi düzeltmeye çalışsa, bu
durumda cemaatler rencide olur. Belki cemaatlerle uğraşmadan Kur’an, Hadîs ve
Risale-i Nur, “Milli Eğitim Bakanlığı”nca resmî
olarak müfredata konulmalı ve bilfiil ders verilmelidir. İşte o zaman bu
mes’ele, Allah’ın izniyle kendiliğinden çözülür.
Kur’an
ve Hadis’i lafız ve manasıyla beraber mearifte ders vermek ve şu asra hitâb
eden Risale-i Nur’un asıl nüshalarını, yani orijinallerini, mümkün mertebe en
kısa zamanda okullara ders kitabı olarak yerleştirmek; böylece Kur’an, Hadis,
Risale-i Nur ve tasavvufu, na-ehillerin elinden ve su-i istimalattan
kurtarmak, devletin zarûrî vazîfesidir. Şayet devlet, bu vazîfeyi yerine
getirmezse, o zaman eşhas ve cemaatler, bu üç gücü (Kur’an, Hadis ve
Risale-i Nur’u) ellerinde tutup devlete karşı kullanabilirler.
Bu güç, dışarda revaç görse, devlet
zaafa düşer. Bu sebeble devlet, bu üç gücü kendi bünyesine almalı, eşhas ve
cemaatlerin elinden kurtarmalıdır.
Madde 6.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin
Emirdağ Lahikasında geçen “vârislik”le alâkalı mektubu, sıhhat itibariyle ma’lûl ve
mecrûhtur. Çünkü bu mektub, evvela 6 varis hakkındaydı. Sonra varisler, 12, 17
kişiye çıkarıldı.[5] Bu ise, her akl-ı selîme isbat eder ki;
bu mektub, şâibelidir; sıhhatinde illet vardır.
Daha
sonra varis kelimesine, “mutlak” kelimesi ilave
edilip “varis-i
mutlak” tabiri kullanıldı.
Bu nokta da isbat eder ki;
şu mektubun sıhhatinde mecrûhiyet ve ma’lûliyet vardır. O halde bu mektuba
i’timad edilmez.
Farz-ı muhal, bu mektubun sıhhatini kabul etsek, bu
mektubda mevzu-bahs olan vasiyetnâmeden murâd;
o zamandaki bazı genç talebelerine verdiği
vekâletnâmedir. Eski talebeleri, yaşlı olmaları ve devamlı yanında
bulunmamaları hasebiyle, genç ve sürekli yanında bulunan hizmetkârları, Üstad
Bediüzzaman Hazretleri’nin maddî ahvalini ve hizmetle alakalı işlerini daha iyi
bildiklerinden; O’nun bazı resmî işlerini yürütmeleri ve kitablarını matbaaya
vermeleri esnasında ibraz etmek üzere bu gençlere verilmiş bir vekâletnâmedir.
Bununla beraber bu mektubun sıhhatinde yine ma’lûliyet ve mecrûhiyet vardır.
Hem
faraza bu mektubun sıhhati kabul edilse, bu durumda şahıslar nazara verilmiş,
ön plana çıkarılmış olur. Bu ise yanlıştır ve Üstad
Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin Mektubat adlı eserinde geçen şu cümleleriyle
tezad teşkil eder: “Meydan-ı istifadeye
vaz'edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur'an-ı Hakîm'in tereşşuhatıdır. Hiç
kimse, enesiyle onlara temellük edemez!” (Mektubat, s. 425) Müellif de dâhil olmak üzere hiç kimse enesiyle
bu eserlere temellük edemez.
Madde 7.
Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin
“vasiyetname”
ile alakalı mektubuna “şâibelidir”
demekten maksadımız, herhangi bir
cemaati, herhangi bir cemiyeti tenkîd ve tenkis etmek değildir; belki Risale-i
Nur’u, şahsiyetçilikten kurtarmaktır. Risale-i Nur, Kur’an tefsiri olduğu için,
bir şahsa bağlanmadığı gibi; bir kaç şahsa da bağlanamaz. Hem Risale-i Nur
mesleğinde, “postnişînlik” de yoktur; ne bir
şahsa, ne de on iki kişiye postnişinlik verilmemiştir. Bu
hususta Risale-i Nur’un birinci talebesi olan Hacı Hulusi Bey Merhûm’un gelecek
cümlelerini aynen naklediyoruz:
“Nur’un
mesleği, tarîkat değildir ki; bir babaya lüzûm görülsün ve bir postnişîne
ihtiyaç olsun.” (Mektûbât-ı Hulûsiyye-1, s. 32)
“Üstâd
Hazretleri, bir tarîkatın pîri değildir ki; postnişînlik vazîfesini birine veyâ
bir zümreye aralarında birini seçmek üzere bıraktığı, vâris yaptığı
düşünülebilinsin. Bu bâbta bir şûrâ da düşünülemez.”
(Mektûbât-ı
Hulûsiyye-1, s. 198)
Madde 8.
Din-i Mübin-i İslam’a göre, bütün ef’al,
akval ve ahval, Kitab, Sünnet, İcma ve Kıyas’a göre ölçülüp tartılır. Bu
esasata muvafık olanlar kabul edilir; muhalif olanlar ise reddedilir. Dolayısıyla Üstad Bediüzzaman
Hazretleri’nin bütün mektubları, O’na isnad edilen şifâhî sözler, bahusus
varislikle alakalı mes’ele, bu dört esasa göre ölçülüp tartılmalıdır. Muvafıksa
kabul edilir, muhalif ise reddedilir.
Madde 9.
Ümmet-i
Muhammed (asm), bu asırda, her tarafta üç esaret altındadır:
1-
Beşerî sistemlerin, ecnebîlerin örf, adet ve kanunlarının esareti,
2-
Müteşeyyihlerin (şeyh olmadığı halde şeyhlik dava edenlerin) esareti,
3-
Aşırı servet sahibi olup Kur’an ve Hadis ölçüsünü bilmeyen zenginlerin,
ağaların esareti.
Bu üç esaretin dışında üç esaret daha vardır:
1-
Döviz esareti,
2-
İngiliz dilinin esareti,
3-
Irkçılık esaretidir.
Ümmeti, bu maddî ve manevî esaretlerden kurtarmak, ulema ve
devletin vazifesidir. Bunun çaresi ise, ancak iki esasa mütevakkıftır:
Birinci
Esas: Ahkâm-ı Kur’aniyeyi, maarifte
yerleştirmek ve hukukta hâkim kılmaktır.
İkinci
Esas: Beşeri, “ci-cu”luktan kurtarıp Kitab ve Sünnet etrafında, bütün mü’minlerin
birlik ve beraberliğini te’mîn etmektir.
Ümmet, ancak bu iki esas ile mezkûr esaretlerden kurtulur.
Bu
altı esaret, Âlem-i İslam’da cereyan ettiği gibi; Âlem-i insaniyyette de
cereyan etmektedir. Yani bütün ecnebi diyarında şu altı esaret hükümrandır.
Buna göre Âlem-i İslam’ın hem ulemasına, hem umerasına, hem Kur’an şakirdlerine
farz ve vacibtir ki; evvela Âlem-i İslam’ı sonra da Âlem-i insaniyyeti bu
esaretlerden kurtarsınlar.
Madde 10. Osmanlı
Devleti, kuruluşundan takriben 300-400 seneye kadar bütün ırk ve milliyetini,
Kur’an’a feda ve hâdim eylemiş; milliyetini, Kur’an’ın önüne geçirmemiştir.
Şu asırda Osmanlı’nın torunları olan
bizler de milletimizi ve milliyetimizi, Kur’an’a hâdim edeceğimize; kendi
millet ve milliyetimizi, Kur’an’ın önüne geçirmeyeceğimize kâniyiz. Bu
kanaatimizi tahakkuk ettirmesini, Allah’tan niyaz ederiz.
Madde 11.
Kürt Milleti, Kur’an’ın tesbit ettiği
şekilde hakkını istemelidir. Yani Kur’an’ın hükmü ne ise, o hükmün çerçevesinde
devletten hakkını istemelidir. Devlet ise, Kürt Milleti’nin hakkını Kur’an’a
göre vermelidir. Böylece ittifak sağlanmış, beşeri sistemlerin şerrinden ve
ecnebilerin tasallutundan kurtulmuş olunur.
Ey Kürt kardeş!
Sen milletini ve milliyetini, Kur’an’a feda et ve hâdim eyle.
Ey Türk kardeş!
Sen de milletini ve milliyetini, Kur’an’a feda et ve hâdim eyle.
Selam
olsun bütün mü’minlere! Selam olsun Kürt ve Türk mü’min kardeşlerimize!
Madde 12.
Asya Kıtası’ndaki akvâmın ittifakı,
İslâmiyet’in hâkimiyetinin bir işâretidir. Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri,
bu mes’eleyi, Kur’an’ın işârâtından istihrac etmiştir. Merak edenler, bu hususu, eserlerinden tahrîc edebilirler.
Madde 13.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَن يُخْلِفَ اللَّهُ وَعْدَهُ
وَإِنَّ يَوْماً
عِندَ رَبِّكَ كَأَلْفِ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ {47}
“(Resûlüm!)
Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vâdinden asla dönmez.
Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl
gibidir.”[6]
Ulema-i İslam, şu ayet-i kerîmeden şöyle işârî bir manayı
istihrac etmişlerdir:
Kur’an-ı
Azîmuşşan, bin sene daha bütün dünyaya hükmedecek; bütün kâfirlere ve
ecnebilere galebe edecektir. Allahu a’lem!
2010 tarihinden itibaren böyle bir devletin kurulması için zemin
hazırlanacağı, bu konuda Âlem-i İslam’da bir intibah olacağı ve böyle bir
faaliyetin gizli olarak başlayacağı ve neticede bu mananın tahakkuk edeceği, bu
ve benzeri ayet-i kerimelerin işaretlerinden anlaşılıyor.
Temennimiz budur ki;
bu ayetin sırrına, Türkiye mazhar olsun
ve bu faaliyet ve hareket, buradan başlasın. İnşaallah.
Madde 14.
Bir şehirde iki vali, bir köyde iki
muhtar olmadığı gibi; bir memlekette de iki idareci olamaz. Bu noktayı da bütün
milletin ferasetine havale ediyoruz. Bu hususta daha fazla tafsilata
girmiyoruz.
Madde 15.
Burası, Daru’l-İslam’dır.
Daru’l-İslâm’da eşhâsın küfrüne ancak mahkeme-i şer’iyyece hükmedilir.
Mahkeme-i şer’iyyenin kararı olmadan halkın birbirlerini tekfîr edip bunu
karâra bağlamaları câiz değildir.
Madde 16.
Bizim davamız, sadece Kur’an’ın
hizmetkârlığıdır; “kutbiyet, gavsiyet, mehdiyet” gibi
bir makam sahibi olduğumuzu iddia etmek veya kendi şahsımıza halkı davet etmek
gibi bir düşüncemiz yoktur.
Semendel (eski
Tahşiye) Yayınları