Pazar, Ocak 06, 2008

ŞÜHEDAİ UHUD (Radıyallahu anhum ecmaîn)

1. Vebi Seyyidinâ Hamza İbni Abdulmuttalib el-Muhâcirîyy (R.A.)
2. Vebi Seyyidinâ Ebî Eymen Mevlâ Amr el-Ensariyy (R.A.)
3. Vebi Seyyidinâ Ebî Hanne el-Ensariyy (R.A.)
4. Vebi Seyyidinâ Ebî Suryan İbni el-Haria el-Ensariyy (R.A.)
5. Vebi Seyyidinâ Ebî Hubeyre ibn-i el-Hâris el-Ensariyy (R.A.)
6. Vebi Seyyidinâ Enes ibn-i Nadr el-Ensariyy (R.A.)
7. Vebi Seyyidinâ Uyens ibn-i Katade el-Ensariyy (R.A.)
8. Vebi Seyyidinâ Evs ibn-i el-Erkam el-Ensariyy (R.A.)
9. Vebi Seyyidinâ Evs ibn-i Sabit el-Ensariyy (R.A.)
10. Vebi Seyyidinâ İyas ibn-i Evs el-Ensariyy (R.A.)
11. Vebi Seyyidinâ İyas ibn-i Adiyy el-Ensariyy (R.A.)
12. Vebi Seyyidinâ Sabit ibn-i Amr el-Ensariyy (R.A.)
13. Vebi Seyyidinâ Sabit ibn-i Vakş el-Ensariyy (R.A.)
14. Vebi Seyyidinâ Sa'lebe ibn-i Sa'd el-Ensariyy (R.A.)
15. Vebi Seyyidinâ Sakf ibn-i Ferve el-Ensariyy (R.A.)
16. Vebi Seyyidınâ El-Hâris ibn-i Encs el-Ensariyy (R.A.)
17. Vebi Seyyidinâ El-Hâris ibn-i Evs el-Ensariyy (R.A.)
18. Vebi Seyyidinâ El-Hâris ibn-i Adiyy el-Ensariyy (R.A.)
19. Vebi Seyyidinâ Hubab ibn-i Kayzıyy el-Ensariyy (R.A.)
20. Vebi Seyyidinâ Hubeyb ibn-i Yezîd el-Ensariyy (R.A.)
21. Vebi Seyyidinâ Huseyl ibn-i Cabir el-Ensarıyy (R.A.)
22. Vebi Seyyidinâ Hanzala ibn-i Amr el-Ensariyy (R.A.)
23. Vebi Seyyidinâ Harice ibn-i Zeyd el-Ensariyy (R.A.)
24. Vebi Seyyidinâ Hallâd ibn-i Amrel-Cumuh el-Ensariyy (R.A.)
25. Vebi Seyyidinâ Hayşemle ibn-i Abi Sa'd el-Ensariyy (R.A.)
26. Vebi Seyyidinâ Zekvan ibn-i abdi Gayş el-Ensariyy (R.A.)
27. Vebi Seyyidinâ Rifâa ibn-i Amr el-Ensariyy (R.A.)
28. Vebi Seyyidinâ Rifâa ibn-i Vakş el-Ensariyy (R.A.)
29. Vebi Seyyidinâ Subey' ibn-i Hâtıb el-Ensariyy (R.A.)
30. Vebi Seyyidinâ Sa'd ibn-i er-Rabi' el-Ensariyy (R.A.)
31. Vebi Seyyidinâ Said ibni Süveyd el-Ensariyy (R.A.)
32. Vebi Seyyidinâ Seleme ibn-i Sabit el-Ensariyy (R.A.)
33. Vebi Seyyidinâ Sehl ibn-i Kaya el-Ensariyy (R.A.)
34. Vebi Seyyidinâ Süleym ibn-i el-Hâris el-Ensariyy (R.A.)
35. Vebi Seyyidinâ Süleym ibn-i Amr el-Ensariyy (R.A.)
36. Vebi Seyyidinâ Şemmas ibn-i Osman el-Ensariyy (R.A.)
37. Vebi Seyyidinâ Safiyy ibn-i Kayzıyy el-Ensariyy (R.A.)
38. Vebi Seyyidinâ Damra el-Cüheyniyy el-Ensariyy (R.A.)
39. Vebi Seyyidinâ Amr ibn-i Mahlid el-Ensariyy (R.A.)
40. Vebi Seyyidinâ Ubâde ibn-i el-Hashas el-Ensariyy (R.A.)
41. Vebi Seyyidinâ Abbâd ibn-i Ubâde el-Ensariyy (R.A.)
42. Vebi Seyyidinâ Abbas ibn-i Ubâde el-Ensariyy (R.A.)
43. Vebi Seyyidinâ Abdullah ibn-i Cübeyr el-Ensariyy ' (R.A.)
44. Vebi Seyyidinâ Abdullah İbn-i Cahş el-Ensariyy (R.A.)
45. Vebi Seyyidinâ Abdullah ibn-i Selem el-Ensariyy (R.A.)
46. Vebi Seyyidinâ Abdullah ibn-i Amr Haram el-Ensariyy (R.A.)
47. Vebi Seyyidinâ Abdullah ibn-i Amr ibn-i Vehb el-Ensariyy (R.A.)
48. Vebi Seyyidinâ Ubeyd ibn-i et-Teyyihân el-Ensariyy (R.A.)
49. Vebi Seyyidinâ Ubeyd ibn-i el-Muallâ el-Ensariyy (R.A.)
50. Vebi Seyyidinâ Utbe ibn-i Rebî el-Ensariyy (R.A.)
51. Vebi Seyyidinâ Umâre ibn-i Ziyad el-Ensariyy (R.A.)
52. Vebi Seyyidinâ Amr ibn-i Iyas el-Ensariyy (R.A.)
53. Vebi Seyyidinâ Amr ibn Sabit el-Ensariyy (R.A.)
54. Vebi Seyyidinâ Amr ibn-i el Cemuh el-Ensariyy (R.A.)
55. Vebi Seyyidinâ Amr ibn-i Kays el-Ensariyy (R.A.)
56. Vebi Seyyidinâ Amr ibn-i Mutarrif el-Ensariyy (R.A.)
57. Vebi Seyyidinâ Amr ibn-i Muâz el-Ensariyy (R.A.)
58. Vebi Seyyidinâ Antere Mevlâ Süleym el-Ensariyy (R.A.)
59. Vebi SeyyidinâKaya ibn-i Amr el-Ensarıyy (R.A.)
60. Vebi SeyyidinâKays ibn-i Muhallid el-Ensariyy (R.A.)
61. Vebi SeyyidinâKeyman ibn-i Elmaziniyyin el-Ensariyy (R.A.)
62. Vebi SeyyidinâMâlik ibn-i İyas el-Ensariyy (R.A.)
63. Vebi SeyyidinâMâlik ibn-i Sinan el-Ensariyy (R.A.)
64. Vebi SeyyidinâMâlik ibn-i Nümeyle el-Ensariyy (RA.)
65. Vebi SeyyidinâMücezzin ibn-i Ziyad el-Ensariyy (RA.)
66. Vebi SeyyidinâMus'ab ibn-i Umeyr el-Ensariyy (R.A.)
67. Vebi SeyyidinâNu'man ibn-i Mâlik el-Ensariyy (RA.)
68. Vebi SeyyidinâNu'man ibn-i Abdillah el-Ensariyy (RA.)
69. Vebi SeyyidinâNevfel ibn-i Abdillah el-Ensarıyy (R.A.)
70. Vebi SeyyidinâYezîd ibn-i Hâtib el-Ensariyy (R.A.)

CENNET KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİL; MÂLİKU'L-MULK OLAN ALLAH'IN ELİNDEDİR

Muhammed Ali es-Sâbûnî (Çev: Ömer Faruk Tokat)

Allah Teâlâ'ya hamd ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O'nun değerli elçisi efendimize salât u selâm ederiz.

Değerli kardeşim Prof. Dr. Süleyman Ateş'in, Türkçe olarak yayınlanan "İslâmî Araştırmalar" dergisindeki "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir" başlıklı yazısını(*) çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle, kardeşleri olan insanları savunma gayreti sebebiyle kendisini kutluyorum; Mezkur makâleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateş hiçbir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her müminin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için arzu ettiği değerli bir insânî taleptir. Çünkü bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve Âdem'in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle ifade eder: "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının" (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ı selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.

Ancak sayın Ateş'in makalesinin başlığı insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir. Biz Müslümanlar olarak cennetin "tekelimizde" olduğunu hiç öne sürdük mü? Yoksa bu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?

Cennete girme hususunda "tekelci" bir yaklaşıma sâhip olanların Yahûdî ve Hristiyanlar olduğunu Kurân-ı Kerim haber vermektedir: "«Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek» dediler" (Bakara, 111). Yani Yahudîler yalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlar da yine yalnızca Hristiyanlık dinine mensup olanların cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise her iki grubu da yalanlayarak "Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: «Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin» de" (Bakara, 111) buyurmaktadır. Yani Allah'ın cenneti diğer insanlara değil, yalnızca size tahsis ettiğine dair apaçık delil ve burhanlarınızı getirin. Eğer "cennete Yahudi ve Hristiyanlardan başka hiç kimse giremez" iddianızın doğru olduğunu düşünüyorsanız delilinizi gösterin buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim nassının da açıkladığı üzere, bu iddianın sâhipleri, Müslümanlar değil, Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan ehl-i kitaptır. Allah'a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cennetle ilgili bu "tekelci" iddiadan beriyiz.

Cennete Girmek İçin Kur'ân'ca Belirlenen Birtakım Şartlar Vardır

Şüphesiz Cennet kimsenin "tekelinde" ve mülkünde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğini oraya sokabileceği, dilediğine de onu yasaklayabileceği özel bir alan değildir. Bilakis o Allah'ın (azze ve celle) yedinde ve mülkündedir. Cennete girmenin Kur'ân'ca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerine getirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum olduğu üzere Kurân-ı Kerîm güneşin gün ortası parlaklığı kadar açık ve nettir.

Dostumuz Sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş, benimsediği mezkûr düşünceyle ilgili tutucu ve mutaassıp bir tutum sergilemeyerek sağlıklı ve sakin bir tartışmaya hazır olduğunu belirtirse sevinir ve müteşekkir oluruz. Bu tartışmada doğruya ulaşmaktan başka bir hedefimin olmadığını burada bâhusûs belirtmek isterim. Hedefimiz, doğruya ulaşmak ve Kitâb-ı Azîz'in getirdiği saf hakîkati hiçbir taassuba ve tutuculuğa mahal bırakmadan bulmak olsun.

Kurân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ'nın, gerek Hz. Muhammed'in ve hatta bütün peygamberlerin –Allah'ın salâtı hepsinin üzerine olsun– diliyle, cennete girmek için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sıralamak mümkündür: Allah'a, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve Kurân-ı Kerîm'in getirdiği her şeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden, "işittik ve îman ettik" teslimiyetiyle inanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: "Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler." (Bakara, 285).

Peygamberler arasında ayrım yapmanın manası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanmamaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette bunu şöyle açıklar: "O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne rasûllerini ve o kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allah ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o kimseler ki «rasûllerin bazısına iman ederiz, bazısını reddederiz» derler ve böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmak isterler, İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisâ, 150). Bütün müfessirlere göre bu âyet-i kerîme Yahûdi ve Hristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ'ya iman ederken Hz. İsâ ve Hz. Muhammed'i inkâr etmekte, Hristiyanlar ise Hz. İsâ'ya iman ederken Hz. Muhammed'i reddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ "İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir" buyurarak onların hepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir.

Yahudî ve Hristiyanların Kâfir Olduğu Kesin Âyetlerle Sâbittir

Yukarda da belirttiğimiz üzere mezkur âyet-i kerîme dinsizlerle ve müşriklerle değil, ehl-i kitâb ile ilgilidir. Makâlenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'e soruyoruz: Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğine imân etmekte ve Kurân-ı Kerîm'e inanmakta mıdırlar? Eğer sayın Ateş'in bu soruya cevabı "evet"se Kurân-ı Kerîm'in onlarla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onların küfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten âyetleri nasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini (İslâm'ı) din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 29).

Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her rekatında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede "Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil." âyeti vardır. Hz. Peygamber (s. a. v.) buradaki "Gazaba uğrayanları" Yahûdiler; "sapkınları" ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz. Peygamber'in bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez (Bu hadis için İbn Kesîr'e bakınız). Kurân-ı Kerim'de Yahûdi ve Hristiyanları cehennem konusunda müşriklerle eş tutan bir çok âyet vardır: "Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler." (Beyyine, 6), Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)" (Nisâ, 156), Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun ki, «Meryem oğlu Mesih, Allah'tır.» diyenler kafir olmuşlardır" (Mâide, 17), "And olsun ki, «Allah üçten biridir» diyenler kafir olmuştur" (Mâide, 73). Yine Hristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: "Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?" (Mâide, 18).

Bütün bu âyet-i kerîmeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduğunu açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah'ı ve Rasûlü'nü yalanlayıp dururken ve hak dîni kabul etmezken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Üstelik Allah Teâlâ Hz. Îsâ'nın diliyle şöyle buyurur: "Oysa Mesih, «Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin; kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur» dedi" (Mâide, 72).

Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh'in Allah'ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh'in çarmıha gerildiğine inanarak ve ona ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüzçevirdiler.

Kurân-ı Kerîm onların küfrettiğini, İsâ'yı ilahlaştırdıklarını veya Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu veya "üçün üçüncüsü" olduğunu öne sürerek Allah'a ortak koştuklarını anlatmaktadır.

Günümüz Yahudi ve Hristiyanları içinde Hz. Muhammed'in (s.a. v) peygamberliğine imân eden ve Kurân'ın doğruluğuna inananlar var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi yoksa Zühre ya da Merih gibi bir yerde mi yaşamaktadırlar? Yahûdi veya Hristiyan olup da Yahûdîlik veya Hristiyanlık dinine bağlı kalan, Allah'ın cennete girmenin şartı olarak belirlediği bütün kitaplara ve peygamberlere îman eden bir kişiyi bize gösterebilir misiniz ki onun ehl-i îmândan olduğunu kabul edelim? Eğer böyle biri yoksa bu meyanda söylenilen bütün sözler bir takım hayal ve rüyalar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Cennete girmek için Hz. Muhammed (s. a. v)'e iman etmek ve ona tâbi olmak şarttır.

Değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'e demek isteriz ki; cennete girmenin olmazsa olmaz şartı, Hz. Muhammed'e îmân etmek ve Allah'tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Yoksa sayın Ateş'in –Allah onu affetsin-"Yahûdi ve Hristiyanların Hz. Peygamber (s. a. v)'e, ona vahiy geldiğine ve getirdiklerinin hak olduğuna inanmaları durumunda kendi dinleri üzere ibadet etmeleri cennete girmeleri için yeterlidir. Dinlerini terk edip Hz. Peygamber'in dînine tâbi olmaları şart değildir" mealindeki iddiası olabildiğince problemli ve anlamsızdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere ne Hristiyanlık inancının lideri Vatikan'daki "büyük Papa", ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da haham, yani Yahûdi ve Hristiyanlardan hiç kimse Peygamberimizin ve Kurân-ı Kerîm'in hak olduğuna inanmamaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabîlinden bir an için onların Hz. Muhammed (s. a. v)'in peygamberliğine inandıklarını, Mesîh'in ilahlığını ve Allah'ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir; Mutlaka, Hâtemu'l-Enbiyâi ve'l-Murselîn olan Hz. Muhammed'e tâbi olmaları ve onun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir ki bu Allah Teâlâ'nın yüce kitâbında zorunlu kıldığı bir şarttır. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların öne sürdüğü gibi sadece Araplara değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir. Yahudi ve Hristiyanlarla Hz. Peygamber'in risâletiyle ilgili tartışmalarımızda kendilerine apaçık deliller getirdiğimizde, "O Arapların peygamberidir dolayısıyla ona tâbi olmak bize vâcip değildir" derler. Ama biz şu an Müslümanlarla ve Müslümanlara tefsir ve diğer şerî ilimler dersleri veren Prof. Dr. Süleyman Ateş'le karşı karşıyayız. Şimdi onlara soralım: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in risâleti Araplarla mı sınırlıdır yoksa bütün insanlık için bağlayıcılık ifade eden bir kapsayıcılık mı ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı çok açıktır; "Ey Rasûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik" (Sebe, 28), "Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim" (A'râf, 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğinin umûmî olduğunu hiç kimse inkâr edemez. O halde Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmişse ona tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir? Yoksa Allah Teâlâ ona îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra ona muhâlefeti ve tâbi olmamayı mübah mı addetmiştir?!

Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s. a. v)'e iman etmeyi, onu desteklemeyi ve getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz (ahd ve mîsâk) almıştır: "Hani Allah, peygamberlerden: «Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz» diye söz almış, «Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?» dediğinde, «Kabul ettik» cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu" (Âl-i İmrân, 81) O halde, bütün Peygamberler Hz. Muhammed'in dönemine yetişmeleri durumunda ona tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmet ve tâbilerinin Hz. Muhammed'in dînine tâbi olmakla mükellef olmadığını söylemek ne kadar gerçekçidir? Şüphesiz bu, garip bir durum ve çok tuhaf bir islâm anlayışıdır.

Allah Teâlâ Yahûdi ve Hristiyanların îmânın sahih olması için Hz. Muhammed (s. a. v)'e tâbi olmalarını zorunlu kılarak şöyle buyurur: "Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları o Rasûle o, ümmî Peygambere ittiba' ederler" (A'râf, 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. İsâ veya Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir? Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed (s. a. v)'dir. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil'de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed'den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil ona tâbi olmaktan sözediyor. Tâbi olmak ise onun getirdiği şeriatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa zorunluluk ve ittibâ içermeyen imanın anlamı yoktur. Bu aynı zamanda Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber'i tasdik etmenin şartlarından değil midir?! Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar" (Bakara, 137). Bu âyette de görüldüğü üzere hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed'e ve onun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.

İslâma ters düşen her din merdûddur

Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s. a. v)'in getirdiği İslâm dînine ters düşen her dîni reddetmiş ve mensupları dinlerini yaşasalar bile o dinlerin kendi indinde makbul olmayıp merdûd olduğunu belirtmiştir. Çünkü Son Peygamber'in gelmesiyle bütün dinler son bulmuştur. Allah Teâlâ İslâm'ın dışındaki dinleri kesinlikle kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: "Her kim İslam'dan başka bir din ararsa asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85). Allah Teâlâ bu âyette İslâm'dan başka din arayanların isyan, sapkınlık ve hüsran içinde olduğunu belirtir ve şöyle buyurur: " Allah katında din, şüphesiz İslam'dır" (Âl-i İmrân, 19) Yani Allah'ın, Hz. Muhammed'in getirdiği İslâm dîninden başka, kabul ettiği bir din yoktur. İslâm lafzı mutlak olarak kullanıldığında onunla İslâm dîninden başka bir din kastedilmez. Nitekim şu âyet-i kerîmede bu çok açıktır: " Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim" (Mâide, 3) Şimdi akıl sahibi bir insan buradaki "İslâm" ile Hz. Nûh'un, Hz. İbrâhim'in, Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ'nın Allah'ın hükmüne teslim olmaları mânasında Müslümanlar olmaları ve tevhîdi getirmiş olmaları hasebiyle, getirdikleri dinlerin kastedildiğini söyleyebilir mi? Yoksa bu âyetteki "İslâm"dan maksat yalnızca Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu din değil midir? Hiç kuşku yok ki, bu âyet-i kerîme Kurân-ı Kerîm'in nüzûlünün tamamlanmasından sonra İslâm ümmetini muhatap alarak inmiştir!!

Allah Teâlâ ayrıca şöyle buyurur: "ancak müslüman olarak can verin" (Âl-i İmrân, 102). Burada Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tevhîd mesajını getirdikleri için Yahûdilik ya da Hristiyanlık dinleri üzere can vermemiz mi kastedilmektedir yoksa âyet-i kerimede kastedilen, yalnızca İslâm dîni midir? Bütün bunlara rağmen değerli Dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş, herhangi bir semâvî dîne mensup olan kimsenin -kendi dîni üzere kalsa bile- cennetle müjdelendiğini nasıl söyleyebilmektedir? Cenâb-ı Allah böyle kimselerin hüsrân ve isyân içinde olduğuna ve cehennemde ebedî olarak kalacaklarına hükmetmişken sayın Ateş'in bu sözleri ne anlama gelmektedir?

Bu sözlerden hangisi doğrudur? "o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85) buyuran Allah'ın sözü mü yoksa cennetin kapılarını sonuna kadar açan ve bütün dinlerin mensuplarına, "Kendi dîninize bağlı olarak yaşamanız sorun değil. Hâtemu'l-enbiyâi ve'l-murselîn'e tâbi olmasanız bile, buyurun cennete esenlikle ve selâmetle girin" diyen Prof. Dr. Süleyman Ateş'in sözleri mi?!! Doğrusu sayın Ateş'in bu aceleciliğine ve Kitab ve Sünnetîn katî nasslarına olan muhâlefetine şaşırmamak elde değil. Değerli dostumuza soruyoruz: Kendisi Hz. Peygamber'in sünnetini reddedenlerden midir yoksa ona inanan ve tasdik edenlerden midir? Ben şahsen sayın Ateş'in böyle bir soruya Sünnetin Sâhibi (s. a. v)'ne saygı göstererek ve hürmet sadedinde başını saygıyla eğerek mukabelede bulunanlardan olduğunu düşünüyorum. O halde İmâm-ı Müslim'in Sahîh'inde rivâyet ettiği, Hz. Peygamber (s. a. v)'in şu sözüne kulak verelim: "Nefsimi elinde tutan (Allah'a) kasem olsun ki, bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Hristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır"

Görüldüğü üzere Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların inançlarını terk ederek İslâm dînine girmemeleri durumunda cehenneme gireceklerine hükmetmiştir. Hz. Peygamber (s. a. v), hak dîne tâbi olup, kendisinin peygamberliğine ve getirdiği kitâba îmân etmedikçe onların cehennemlik olduğunu açıklamıştır. O halde kafamıza göre ahkam keserek Yahûdi ve Hristiyanların cennete gireceğini söylememiz ve Kitâp ve sünnete muhâlefet etmemiz kesinlikle caiz değildir. Bütün insanların cennete girmesini arzu edebiliriz ancak cennetin anahtarları ne biz Müslümanların elindedir ne de keşiş ve ruhbânın elindedir. Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e muhâlefeti gazap ve öfkesine sebep addetmiştir: "O'nun (Peygamber'in) emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar" (Nûr, 63). Hz. Peygamberin emrine aykırı hareket edenler bile böyle anlatılmışken ona hiç inanmayan ve Allah –azze ve celle-den getirdiklerine tâbi olmayanların durumu nasıl olur?

İslâm üstündür; ona üstün gelinmez

İslâm semâvî mesajların en sonuncusudur. Allah Teâlâ bütün dinlerin kemâlâtını onda toplamış ve elçisi Hz. Muhammed (s. a. v)'i diğer bütün dinleri nesheden, hükmedici bir peygamber olarak gönderdiğini kesin nasslarla bildirmiştir: "O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din ile gönderendir" (Tevbe, 33). Âyet-i kerîmenin "Bütün dinlere üstün kılmak için" kısmının mânâsı Yahûdilik, Hristiyanlık ve diğer dinlerin hepsinden üstün kılmak için anlamındadır.

Tefsîr âlimlerinin önde gelenlerinden Allâme Ebu's-Su‛ûd, tefsîrinde der ki: Allah Teâlâ vaadini İslâm dinini üstün kılarak gerçekleştirmiştir. Şöyle ki, islâmı son din yapmış ve onun dışındaki bütün dinleri mağlup ve makhûr kılmıştır (bkz. Tefsîru Ebî's-Su‛ûd). Allah Teâlâ, bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurur: "Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözetleyici-hâkim' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik" (Mâide, 48). Dolayısıyla Kurân-ı Kerîm, kendisinden önceki kitaplara hükmeden ve onları denetleyen bir kitaptır. Nitekim el-Hâfız İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde şöyle der: Kurân-ı Kerîm, önceki kitapların doğru ve muharref yerlerini denetleyen ve onlara şâhitlik eden bir kitaptır. Allah Teâlâ Yahûdi ve Hristiyanların, kitaplarını tahrif ettiklerini şöyle anlatır: "Yahudilerden bir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esas mânâsından saptırırlar" (Nisâ, 46). Hristiyanlarla ilgili de şöyle buyurur: "kendilerine zikredilen (Kitab'ın) önemli bir bölümünü unuttular" (Mâide, 14). Yani İncil'in hükümlerinden birçoğuyla amel etmeyi bıraktılar. "Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret bıraktık" (Mâide, 14). O halde gerçek Tevrat nerededir ve kendisine sarılanı cennete götürecek asıl İncil nerededir?

Hz. Muhammed'in bisetinden sonra bile olsa, semâvî dinlerden herhangi birine tâbi olan kimse Allah'ın azabından kurtuluyorsa Müslümanların da Kurân'la amel etmeyi bırakmaları mümkün olur. Oruç emrini veya meselâ cihâd farîzasını bırakarak insanlara kitâl ve cihâd gibi meşakkatli teklifler yüklemeyen İncil'e tâbi olmalarında bir sakınca görülmez. İncil'de geçen "Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir" sözüne göre amel ederek zevk u sefâ içinde yaşayabilirler ki bu görüş hiç bir Müslüman tarafından kabul edilmez.

Bakara âyetini tamamıyla yanlış anlamak

Değerli dostumuz Bakara âyetini yanlış anlamıştır. Âyet şöyledir: "Şüphesiz, inananlar, Yahudi olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 62). Sayın Ateş bu âyete bakarak herhangi bir semâvî dîne mensup olan herkesin cennete gireceğini zannetmektedir. Bundan dolayı dergideki mezkur makalesinde "Bu Kurân, herhangi bir semâvî dîne mensup olan, Allah'a ve âhiret gününe inanan ve amel-i sâlih işleyen herkese cenneti müjdelemektedir" demekte ve yukarıdaki âyeti bu iddiasına mesned kılmaktadır. Halbuki âyet-i kerîmeden böyle bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü âyet inanan grupları sıralayarak Hz. Mûsâ zamanında yaşayıp da kendisine îmân eden Yahûdîlerden, Hz. İsâ'nın zamanında kendisine îmân eden Hristiyanlardan ve Hz. Muhammed'in peygamberliği döneminde kendisine inanan müminlerden sözetmektedir. Şüphesiz bu peygamberlere tâbi olanlar yaşadıkları dönem içinde peygamberlerini tasdik edip onlara tâbi olmuşlarsa cennete gireceklerdir. Ancak îmân etmeyenler cehenneme girecektir. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle anlatır: "İsrailoğullarından bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti" (Saf, 14). Bu yüzden Hz. Muhammed'in bisetinden sonra Hz. Mûsâ'ya veya Hz. İsâ'ya tâbî olmak ve onların kitaplarıyla amel etmek câiz değildir. Bilakis Kurân'a tâbi olmak ve bütün peygamberlere îmân etmek mutlaka gereklidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s. a. v) Hz. Ömer'in Tevrat'tan bazı sayfalar okuduğunu gördüğünde kendisine kızmış ve şöyle demiştir: "Allah’a kasem olsun ki Musa hayatta olsaydı bana tabi olmaktan başka bir şey yapmazdı" (el-Hâfız İbn Kesîr'in tefsirine bkz.)

Sayın Ateş (Allah onu bağışlasın) aynı zamanda Mâide âyetini de yanlış anlamakta ve Hristiyanlar, İslâm'a girmeyerek kendi dinlerine tâbi olmaya devam etseler bile Allah Teâlâ'nın kendilerini övdüğünü sanmakta ve âyetin kendisine delil olduğunu düşünmektedir. Yani Hz. Muhammed'e tâbi olmayarak kendi dînine bağlı kalan Hristiyanların ehl-i îmândan olduğunu ileri sürmektedir. Âyet-i kerîme şöyledir: "Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da «Biz Hıristiyanlarız» diyenleri bulacaksın" (Mâide, 82). Şâyet sayın Ateş âyet-i kerîmeyi tamamlasaydı, onun Hristiyanlardan belirli insanlar için indiğini görürdü; Şüphesiz âyet, Habeşistanlı bir grup Hristiyanla ilgilidir. Habeşli bir grup Hristiyan Hz. Peygamber (s. a. v) ile buluşup Kurân-ı Kerîm'i dinlediklerinde çok müteessir olmuş, ağlamaya başlayarak Müslümanlıklarını ilan etmişlerdi. O denli ağlamışlardı ki sakalları gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Daha sonra bu insanlar Müslümanlıklarını ilan ederek Necâşî'ye dönmüşlerdi. Âyet-i kerîmenin devamı şöyledir: "Bunun sebebi, onların içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve bunlar büyüklük taslamazlar. Peygambere indirilen Kur'an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: «Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında yaz.»" (Mâide, 82-83) Bû âyet-i kerîmeler onların îmân edip Hz. Peygamber'i tasdik ettiklerini göstermemekte midir?!

Sayın Profesör'ün Hz. Peygamber'e tâbi olmayıp İslâm dînine girmeseler bile Hristiyanların kendi dinleri üzere devam etmelerinin makbûliyeti ve cennete girecekleri şeklindeki iddiasına delil olarak Hz. Peygamber'in, anlaşmayı bozdukları için Benî Kurayza'ya Tevrat'la hükmettiği iddiası ise oldukça ilginçtir. İslâmî ilimlere derin vukûfiyeti olan bir hocanın mezkûr hâdiseyi böyle anlaması/aktarması doğrusu anlaşılabilir cinsten değildir. Öncelikle sayın Ateş'in, bu iddiasının doğru olmadığını söylemek durumundayız. Zirâ bütün müfessir ve siyercilerin de ittifak ettiği üzere onlara Tevrât'ın hükmünce değil Hz. Sa‛d'ın hükmüne göre davranılmıştı; Hz. Sa‛d savaşçı erkeklerin öldürülmelerine, kadınların ve çocukların esir edilmelerine hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sa‛d'a: "Kuşkusuz sen, yüce Allah'ın yedi kat göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin" dedi (Tefsîru İbn Kesîr, Ahzâb Suresi).

Hz. Peygamber'in ehl-i kitâp konusunda Allah'ın emrine muhâlefet etmesi nasıl tasavvur olunabilir? Allah Teâlâ ehl-i kitapla ilgili olarak "(Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et" (Mâide, 49) buyurduğu halde Hz. Peygamber'in bu emre aykırı hareket ederek onları Tevrat'la yargıladığını ileri sürmek nasıl bir şeydir? Bu âyete rağmen Hz. Peygamber'in Kurân'ı terk ederek onlara Tevrat'la hükmettiği nasıl söylenebilir?

"Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar" (Mâide, 43) âyet-i kerîmesine gelince Allah Teâlâ burada Yahûdileri azarlamaktadır. Onların Tevrat'la hükmetmelerini onayladığını gösteren bir anlam bu âyetten çıkmaz. Aksine burada Yahûdîlerin bu davranışlarının ne kadar tuhaf olduğu vurgulanmaktadır. Zirâ onlar hak olduğunu iddia ettikleri Tevrat'ı bir kenara bırakarak peygamberliğine inanmadıkları halde, Hz. Muhammed'e gelip aralarındaki anlaşmazlıkları çözmesini ve bir hükme bağlamasını istiyorlardı. Dolayısıyla âyetin anlamı şöyledir: Yâ Muhammed! Nasıl oluyor da o Yahûdîler ne sana, ne de kitâbına îmân etmedikleri halde senin hakemliğine başvurur ve verdiğin hükme razı olurlar? Bu çok tuhaf değil mi? "Doğrusu onlar hiç bir şeye iman eden kimseler değildirler" (Mâide, 43).

Necrân Hristiyan heyeti hâdisesine gelince, Allah Rasûlü onların mescide girip kendi dinleri üzerine ibadet etmesine izin vermişti. Ancak buradan sayın Profesör'ün iddia ettiği üzere Hz. Peygamber'in onların haçlarını ve Allah'ın dışında bir şeye ibadet etmelerini onayladığı iddiasını çıkarmak mümkün müdür? Bu, tefsir kitaplarında zikredilen bir hadisedir ve hülâsa olarak şöyledir: Necrân Hristiyanlarından bir grup Hz. Peygamber'le tartışmak üzere Medîne-i Münevvere'ye gelir. Boyunlarında haçlar asılıdır. Allah Rasûlü mescide girmelerine izin verir ve onları hoş karşılar. İbadet etmek için Hz. Peygamber'den izin isterler ve izin verir. Doğuya, Beytu'l-Makdis istikâmetine dönerek ibâdet ederler ve Hz. Peygamber'le tartışmaya başlarlar:

- Niçin Bizim sâhibimizle ilgili kötü sözler söylüyorsun?

- Onunla ilgili ne söylüyorum?

- Onun kul olduğunu söylüyorsun.

- Bu kötü söz müdür? O tabii ki Allah'ın kuludur.

- Bu nasıl olur? Hâlbuki o, ölüleri diriltiyor, dilsizleri, körleri ve abraşları iyileştiriyordu.

Bunun üzerine heyettekilerden kimisi Hz. İsâ'nın Allah olduğunu, bazıları da "üçün üçüncüsü" olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (s. a. v):

- Siz bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz diridir, İsâ ise ölümlüdür?

- Evet biliyoruz

- Peki bütün çocukların babasına benzediğini bilmiyor musunuz?

- Evet biliyoruz.

- Peki bilmiyor musunuz ki, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah Teâlâ'ya gizli olmaz. İsâ ise sadece Allah'ın kendisine bildirdiği şeyleri bilebilir?

- Hayır.

- Bilmez misiniz ki, Rabbimiz yemez, içmez ve def-i hâcet eylemez. İsâ ise yer içer ve bütün insanlar gibi def-i hâcet eylerdi?

- Evet biliyoruz.

- Öyleyse nasıl olur da, İsâ iddia ettiğiniz gibi ilâh ya da ilâh'ın oğlu olabilir?

Necrân heyeti bu son soru karşısında susmuş ve yüz çevirerek inkar etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları mübâheleye (lanetleşmeye) çağırmıştı. Ancak onlar korkmuşlar ve mübâheleden kaçınmışlardı. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ Âl-i İmrân sûresinin şu âyetlerini indirdi: "Elif, Lâm, Mîm. Allah o İlahtır ki Kendinden başka tanrı yoktur. Hay O’dur, kayyûm O’dur…Allah nezdinde İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: «Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.»" Allah Rasûlü Necrân Hristiyanlarını mübâheleye çağırmıştı. Davetin hikmetli üslubu böyledir. Yoksa sayın Profesör, mesela Papa boynunda haçıyla, Şeyhu'l-İslâm'a gelse, Şeyhu'l-İslâm kendisine, "Çık dışarı ey kâfir! Boynundaki haçı çıkarıp İslâm'a girmedikçe seninle tartışmam" demesini mi beklemektedir? Bu Hz. Peygamber'in yapmadığı bir şey olup aynı zamanda insan aklının ve hikmetin gereği bir davranıştır. Ancak bu hâdiseden Hz. Peygamber'in onların bâtıl inancını onayladığına dair bir sonuç kesinlikle çıkmaz.

Sonuç olarak değerli dostumuz Profesör Dr. Süleyman Ateş'ten Allah'a küfredenlere rahmet konusunda ifrata düşmemesini diliyoruz. Zîra kendileri Allah'ın kulları üzerine Allah'tan daha merhametli olamaz. Eğer Allah, onların hak dîn olan İslâmâ girmemeleri durumunda cehenneme gireceğine hükmetmişse bir Âdemoğlunun kalkıp Allah'a muhâlefet yaparak "kesinlikle cennete girmeliler" demesi mümkün olmadığı gibi gücü dâhilinde de değildir. İnsanların en çok zararda olanı Allah'ın dîninden yüz çevirerek dînini dünya ile değiştirendir.

(*) "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir", İslamî Araştırmalar, Yıl 1989, Cilt III, sayı 1.

Allah (C.C) Vâcibu’l Vücûd ’ dur, cümlesinin ma’nası nedir ?

Allah (Celle Celâlühü), Vâcibu’l Vücûd’ dur ; Kâinat, Mümkinû’l Vücûd’dur.

Kâinatın vücudu imkânât içindedir.Ya’ni, varlığında zarûret yoktur.

Vücûdu sabit değil,devamlı tebeddüle,tağayyüre mahkûmdur.

Allah (c.c), Ezelî’dir, varlığına başlangıç yoktur.

Allah (c.c), Ebedî’dir, varlığına sonuç yoktur.

Muhâlifetün lil Havâdis‘ tir.

Öyle bir vücûdu var ki, bu dünyada neyi düşünürsen düşün onlara benzemiyor.

Vücûdu var, ama bunlara benzemiyor .

Vücûb-u Vücûd demek, ya’ni, Kıyam bi nefsihî’dir. Kendisi bizzat Kayyûm’dur.

Bütün dünya O’nunla kaimdir.

Son nokta Vahdaniyettir.

Ya’ni Allah(c.c) mürekkeb değil, maddeden mürekkebiyeti yoktur.

İki veya daha çok nesneden ibaret değil, bir tanedir.

Bir,iki,üç gibi sayılan cinsten değildir.

Ne zâtında, ne esmâsında, ne sıfatında, ne de ef’alinde şerîki yoktur, birdir.

Meselâ kâinât, mürekkebdir, yan yana iki madde bir araya gelmiştir.

Allah(c.c), öyle bir cins değildir, terkibi yoktur. Basit de değil..

Allah(c.c), Ne mürekkebtir, ne de basittir.

Mürekkebin zıddı olan basit cinsi de değil.

Basit, iki maddeden mürekkeb olmayan; bir maddeden mürekkeb olandır.

Ya’ni Rabbimizin varlığı madde ile değildir.

Besâtet ,terkib Allah (c.c) hakkında düşünülemez. Allah (c.c), Kesretten berîdir.

Bunlar Allah(c.c)’ nun Vücûb-u Vücûdunu ifade eden sıfatlar, Kayyûmiyet sıfatlarıdır

Bir de Hayat sıfatları var. Zâtî Sıfatlardır bunlar.

Meselâ Allah(c.c), Kayyûm denildiği zaman o altı sıfatı hatıra getirir.

Allah(c.c), Hayy ((Diri))’ dir denildiği zaman , yedi sıfatı subutiye hatıra gelir.

Hayat, yedi sıfat-ı selbiyeyi hatıra getirir.

Hayat, Altı sıfat-ı subutiyenin((Hayat ile beraber yedi sıfatın)) ana merkezidir.

O’nun için Hayyı Kayyûm, Allah’ın ism-i a’zamıdır.

Kayyûm, sıfat-ı subûtiyeyi hatıra getirir.

Hayy, sıfat-ı selbiyeyi hatıra getirir.

Allah(c.c), Vâcibu’l Vücûd’dur. Vücûdu sabittir.O vücûd , hayat varlığıdır.

Camidat değil.Yedi sıfat- subutiyeyi ve altı sıfat-ı selbiyeyi tazammun eden bir hayattır.

Envâr-ı Hayat’tır.Ya’ni bütün âlem , Allah(c.c)’nun varlığının nuruyla var olmuştur.

O’nun hayatı olmazsa alem ölür,gider.

Bütün kâinat O’na bağlıdır. O’nun hayatıyla hayattadır.

Allah’c.c) Sâmed’dir. O,Hiç kimseye muhtaç değildir. Her şey, O’na muhtaçtır.

‘’O,Hiç kimseye muhtaç değildir’’ kelimesi ile altı sıfat-ı selbiyeyi ifade eder.

‘’Her şey, O’na muhtaçtır ‘’ yedi sıfat-ı subutiyeyi ifade eder.

Ne kadar anlatılırsa anlatılsın, Kâinattaki Vücûb- Vücûd görünmez.

Ayine-i noksandır.Hem geniştir hem de (kâinât) ayinedarlık yapamıyor, illâ ki, insanda

bitiyor.Ya’ni anacak insan Esma-i İlâhiye’ye ayinedarlık yapabilir.

Vücûb-u Vücûd, tecelliyatı âlemde tam görünmüyor.

Ancak ayineyi insanda görünüyor.

Ya’ni, illa İnsanın ayine-i ruhundan anlaşılabilir.

Buradaki vücûddan murad en yüksek vücûddur.

Hayattır ama en a’la hayattır ki, benzeri yoktur.

İsim olarak düşündüğümüz zaman Hayyı Kayyûm bunu ifade eder.

Hayy’dır, Yedi sıfatı subutiye sahibidir.

Kayyûm’dur, Altı sıfat-ı selbiye sahibidir.

İkisinin mezciyle Cenâb-ı Mevlâ’nın İsm-i A’zamı tezahür eder.

İnsan, âlemde hangi ismi görürse ism-i ’zamı odur.

HZ. ALİ (R.A)´ DEN NASİHATLER

Hz Ali diyor ki, Bir gün Resulullah (sav) beni huzuruna cağırarak şöyle buyurdular:

Ya Ali, senin bana yakınlığın Harun peygamberin Musa (as)´a olan yakınlığı gibidir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir. Sana vasiyetler edeceğim. Dinlersen şükür edenlerden olur ve şehid olursun. Allahü Teala seni kıyamet günü alim ve fakih olarak diriltir, dedi ve şöyle devam etti:

YA ALİ , MÜMİNİN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Namaz kılmak

- Oruç tutmak

- Zekat ve sadaka vermek

MÜNAFIKTA ÜÇ ALAMET VARDIR

- Namazı yalnız kılarken yanlış ve noksan kılar. Toplum yanında kılarken tam ve düzgün kılar.

- Kendisini öğenlerin yanında işlerini düzgün yapar

- Cenab-ı Hakkı toplum yanında zikreder yalnız kalınca unutur.

MÜNAFIKTA ÜÇ ALAMET DAHA VARDIR

- Konuştuğu söz yalandır

- Verdiği sözde durmaz

- Emanete hıyanetlik eder

ZALİMDE ÜÇ ALAMET VARDIR

- Kendisinden zayıf olanları ezer

- Gücü yettiği kadar başkalarının malını zorla alır

- Nereden yiyip içtiğini, giyip kuşandığını incelemez. Haram helal demez ne bulursa alır.

KISKANÇLARDA ÜÇ ALAMET VARDIR

- Toplumda bir kimseye yaltaklanır

- Herkesin arkasından gıybet eder çekiştirir

- Başına bela gelenlere sevinir

TEMBELLERDE ÜÇ ALAMET VARDIR

- Allah´a ibadet ederken tembellik eder, hiç neşe duyamaz

- Yaptığı ameli kusurludur ve boşa gider

- Namazı vaktinde kılmaz geçirir

TEVBE EDEN KİMSENIN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Haramlardan sakınıp uzaklaşır

- İlim öğrenmeye hırslı ve azimli olur

- Göğüsten çıkan süt tekrar gerisin geriye girmediği gibi o da tövbe ettiği günaha bir daha dönmez.

AKILLI KİMSEDE ÜÇ ALAMET VARDIR

- Dünyaya değer vermez

- Sıkıntı eza cefa çeker de şikayet etmez

- Sıkıntı ve musibetli anlarda sabır ve tahammül gösterir

SABIRLI KİMSEDE ÜÇ ALAMET VARDIR

- Kendisini arayıp ziyaret etmeyenlere gidip ziyaret eder

- Kendisine zulmedeni bağışlar

- Kendisini mahrum edenlere bağışta bulunur.

AHMAK KIMSENIN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Farzlarda tembellik eder

- Faydasız boş şeyleri çok konuşur

- Merhametsizdir. Mahlukata çok eziyet eder

İYİ KİMSELERİN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Yediği helaldir

- Kendi şehrinde ilim meclislerinde bulunur

- Beş vakit namazı cemaatle kılar.

BEDBAHT KİMSENIN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Yediği haramdır

- İlimden nasibi yoktur

- Namazı özürsüz yalnız başına kılar

İYİ İNSANLARIN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- İbadetlerini zamanında yerli yerinde yapar

- Haram olan şeylerden uzak durur

- Kendisine kötülük yapan kimseye iyilik eder

KÖTÜ OLAN KİMSENİNDE ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Allah´ın emirlerine karşı tembellik eder.

- Herkese zararı dokunur

- Kendisine iyilik edene kötülük eder

SALİH KİMSEDE ÜÇ ALAMET VARDIR

- Bilgisiyle amel edip dinini kuvvetlendirir

- Kendisi için beğendiğini başkaları için de beğenir

- Cenab-ı Hakka karşı güzel amelde bulunur, O´nu hoşnut eder

MÜTTEKİ KİMSEDE ÜÇ ALAMET VARDIR

- Kötü insanlardan uzaklaşır

- Yalan söylemekten sakınır

- Harama düşerim korkusuyla helalden bile sakınır

GÜNAHKAR KİMSENİN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Bütün işlerinde yanılgı içindedir

- Oyun ve çalgı ile uğraşır

- Unutkan olur

KALBİ KARARMIŞ OLANIN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Zayıflara acımaz, düşkünleri esirgemez

- Aza kanaat etmez, hiç doymaz olur

- Kendisine öğüt ve nasihat tesir etmez

DOĞRUNUN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- İbadetleri gizli yapar, gösterişten sakınır

- Musibetleri gizler, Sıkıntısına sabreder

- Dili zikirle meşgul olur

FASIK ADAMIN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Fitne ve fesadı sever

- Halkın hastalık ve musibete uğramasını sever

- Iyi işlerden uzak durur.

SÜFLI-AŞAĞI KİMSELERİN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Akrabasını azarlar, onlarla çekişir durur

- Komşularına eziyet verir

- Günah işlemeyi sever

ALLAH´IN SEVMEDİĞİ KİMSE DE ÜÇ İNSAN VARDIR

- Çok yalan söyler, yalan yemin eder

- Halka sıkıntı verir

- Başkasının sırtından geçinmek ister

ABİD OLANIN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Allah´ın büyük, kendinin pek küçük olduğunu düşünür

- Nefsinin isteklerine son verir

- Allah rızasını kazanmayı gaye edinir

İHLAS SAHİBİNİN ÜÇ İHSANI VARDIR

- Gücü yeterse affeder

- Malının zekatını verir

- Sadaka vermeyi sever

CİMRİ DE ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Aç kalmaktan korkar

- Dilenciden korkar, bir şey verince fakir olacağım der.

- Kendisine iyilik edene içinden kin besler

SABIRLI İNSANDA ÜÇ ALAMET VARDIR

- İbadetlerde sabırlı olur

- Günahları bırakmakta sabırlı olur

- Allah´tan gelen musibetlere sabırlı olur

FACİR ADAMIN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Çok yemin etmekle öğünür

- Kadınları aldatır

- Herkese çok çok iftira eder

YA ALİ SENİ SEVENDE ÜÇ NİSAN VARDIR

- Malını senin yoluna sarfeder

- Canını senin yoluna feda eder

- Senin sırrını gizler, kimseye acımaz

KAFİRİN ÜÇ ALAMETİ VARDIR

- Allah´ın dininden şüphe eder

- Allah´ın sevdiklerine düşmanlık eder

- İbadetlerden gafil olur, ibadet bilmez.

AFFEDİLENİN ÜÇ İHSANI VARDIR

- Allah´ın azabından korkar

- Allah´ın kahrından korkar

- Sırf Allah icin edilen nasihatlerden titrer.

Ya Ali, Allah indinde insanların hayırlısı, en iyisi herkese faydası dokunandır. En kötüsü de, kin tutan, intikamcı ve daima dargın duran kimsedir.Allah´ın buğz ettiği en kötü kimse de, ömrü uzun olup, ameli çirkin olandır.

Bu kimselerin dışı günah süsü ile güzel, içi günah pisliğiyle doludur.Ya Ali bundan daha kötüsü şerrinden kurtulmak için kendisine ikram olunan kimsedir. Bundan daha kötüsü zenginlere ikram edip fakirleri hiçe sayan kimsedir.

Zenginlere çeşitli, renkli sofralar hazırlayıp yedirirler. Fakirlere karşı hiç cömertlik etmeyen, bir parça ekmek bile vermeyen kimsedir.Bundan daha kötüsü yalnız başına yiyip kimseye bir şey vermeyen kimsedir.

Ya Ali, fazilet günahları terk etmektir. Cenab-ı Haktan korkmanın alameti haramlardan sakınmak ve uzak durmaktır.Doğru söyleyen kimsenin alameti, bir kimse ona doğru söyledin diye kızsa darılsa veya onu sevse, ona muhtaç olsa bile yine de doğru söylemesidir.

YA ALİ BEŞ ŞEY VAR Kİ GÖNLÜ ÖLDÜRÜR

- Çok yemek

- Çok uyumak

- Çok konuşmak

- Çok gülmek

- Rızık için korkmak

BEŞ ŞEY KALBİ KARARTIR

- Günah üstüne günah işlemek

- Tok olduğu halde yine yemek

- Zulümle mal yığmak

- Namazları vaktinde kılmamak

- Sol eliyle yemek-içmek

BEŞ ŞEY UNUTKANLIK GETİRİR

- Fare artığını yemek

- Kıbleye karşı ufak su dökmek

- Duran suya ufak su dökmek

- Kül üzerine ufak su dökmek

- Haram ile geçinmek

BEŞ ŞEY KALBİ NURLANDIRIR PARLATIR

- İhlas suresini çok okumak

- Az yemek

- İlim meclisinde bulunmak

- Az pişmiş ekmek yemek

- Gece namazı kılmak

BEŞ ŞEY DAHA KALBİ NURLANDIRIR

- İlim meclisinde bulunmak

- Elini yetim başına sürmek

- Gece seherde çok istiğfar etmek

- Az yemek-içmek

- Çok oruç tutmak

BEŞ ŞEY GÖZÜN NURUNU ARTTIRIR

- Kabeye çok bakmak

- Kur´an-ı Kerim´e bakmak

- Anne-babanın yüzüne bakmak

- Alimin yüzüne bakmak

- Akar suya bakmak

BEŞ ŞEY İNSANI İHTİYARLATIR

- Çok borçlu olmak

- Gamı kederi çok olmak

- Çok çok güzel koku sürünmek

- İbadet üzüntüsü bol olmak

- Çok balgam gelmek

Ya Ali, cennet kapısında gördüm ki, ´´ kim nefsinin arzu ve isteklerini red ederse, onun makamı yeri cennettir ´´ yazılıydı.Cehennem de: Ya Rabbi, beni niçin yarattın? diye sorar. Cenab-ı Hak: Cimri ve kibirli olan kimseler için seni yarattım, buyuruyor.

Ya Ali, Allah´ın rızası, ana - babanın rızasında, gazabı da anne- babanın gazabında gizlidir.

Ya Ali, komşuna kafir olsa bile yardım et.

Ey cennet yolcusu kardeş; Acaba sen hangi sınıftansın. Kendini hangi beşin, hangi ücün icinde buluyorsun. Eğer okuduklarını unuttun ise yeniden bir kere daha oku ve yerini tesbih et.

Kara kalpli, siyah yüzlü müsün? Yoksa kalbi parlak, yüzü nurlulardan mısın?

Kendini öğren hangi zümre ve sınıftansın???

basmalah_sparkling

Arama Motoru / Search